Batı, 15. ve 16. yüz yıllarda Rönesans ve Reform hareketleriyle bilim ve din anlayışında hakim olan birçok yanlış kanaati düzeltmiştir. Ancak Hristiyan din alanındaki eleştirilerinde “doğru”yu söylerken, hedef olarak aldıkları “doğru”, hiçbir zaman hakikatin/gerçeğin kendisi olmamıştır. Her şeyden önce “din” algısı, yanlış olmuştur. Dini “vahiy” mecraından çıkarıp beşerileştirmişler, insan yapısı bir kurum ve olgu hâline getirmişlerdir. Temel esaslarda yapılan bu hata, bütün yapıyı güvensiz ve tehlikeli bir hâle getirmiştir. Üç başlı bir ilâh inancı/teslis ve yazarları beşer olan dört çeşit İncil/ilâhî kitap, bunun en açık delillerindendir.
Bu güvensiz ve tehlikeli yapı, Hristiyanların kendi dinlerinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Kiliseler boşalmış, din adamlarına itimat kalmamış ve bazıları da tamamen dini inkâr ederek maddeci ve ateist olmuşlardır. Hristiyan camiası, neye inanacaklarını şaşırmış bir vaziyette doğru bir din arayışı içine girmiştir.
İşte dünya, İslam dini ile bu şekilde karşılaşmıştır. Gruplar, kitleler hâlinde insanlar, Müslüman olmaya başlamışlardır. İslam’ın tek ilâh/Allah inancı, putları ve insanları ilâh edinmeyi reddedişi – ki, Hristiyanlar, Hazret-i İsa’yı, Yahudiler de Hazret-i Uzeyr’i “Allah’ın oğlu” edinmişlerdir - Kur’an’ın tamamının ilâhî kelâm oluşu ve içinde ilâve edilen insan sözünün bulunmayışı, İslam âlimlerinin bir kimseyi cennete gönderme veya cehenneme atma gibi bir yetkilerinin olmayışı gibi sebep ve özelliklerle İslam dini, dünyada hakimiyet sağlamış ve itibarlı bir hâle gelmiştir. Bunda Selçuklu ve Osmanlı gibi birçok Müslüman Türk devletinin hizmet, yardım ve gayreti olmuştur.
İslam’ın bu yapısını gören Batılılar, özellikle Misyoner Müsteşrikler, çok kısa zamanda teşkilatlanarak, İslam dini’nin yayılışını ve halka etkisini durdurmak için çeşitli projeler üzerinde çalışmaya başladılar. İstişrak/Oryantalizm, bu amaçla kurulan bir teşkilatlanmanın adıdır. Bu merkezlerde, Üniversitelerde ve Kilise vakıflarında kendi eleman ve ajanları eğitildi ve yetiştirildi.
Müsteşrikler, önce, doğrudan İslam’ın bâtıl bir din olduğunu söylediler – hâlen açıktan söyleyenler, yazanlar, çizenler mevcut – bu teşebbüs, Müslümanlar arasında kabul görmedi, hatta tepki ile karşılandı.
Bu sefer Oryantalistler, taktik ve plan değiştirerek, Müslümanların kendi temsilcileri vasıtasıyla İslam’ı değiştirme, bozma ve etkisiz hâle getirme girişimlerine başladılar. Ancak, bu faaliyette asla reform kavramının kullanılmaması, ıslah, asla dönüş, modernizm gibi halkın da tasvip edebileceği deyim ve tabirler üzerinde durulması kararlaştırıldı.
“Ilımlı İslam” kavramı, böyle bir düşünce ve projenin eseridir. Buna göre strateji: “Kur’an’daki ahkâm’ın hükmü geçmiştir, cihad asla yapılmayacak, ehl-i kitab’a kâfir denilmeyecek, diğer dinler de haktır, peygamberi ve vahyi inkâr etse de tekfir ve tefrik kelimeleri, kesinlikle kullanılmayacak, bu itikadı taşıyanlar Müslüman addedilecek ve bunun adı da Ilımlı İslam/light islamic olacaktır”.
Batı’nın İslam dünyasında Müslümanların önüne koydukları İslam projesinin çerçevesi budur!
Vehhâbîlik, bu projede yer alan bir ünite ve bir bölümdür.
“Vehhâbîlik/Selefiyye”nin Ortaya Çıkışı
Vehhâbîlik, Cumhur-ı İslam’ın temsilcisi Ehl-i Sünnet Dört Mezheb’e – Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî – karşı Batılılarca üretilmiş yanlış bir İslam inanışıdır. Bu itikat, sonraları Selefiyye/Selefîlik ismi altında – terör unsurlarını da içinde bulunduran – Ehl-i Sünnet muhalifi siyasî ve bâtınî bir hareket hâline geldi.
Kurucusu, Muhammed b. Abdülvehhâb b. Süleyman et-Temimî en-Necdî’dir (ö.1206/1791).
İbn Abdülvehhâb, Osmanlıyı parçalamak ve yıkmak için Arap ülkelerrine ve Ortadoğuya gelen ajan/casus Misyoner Müsteşriklerle birlikte çalışarak Osmanlının temsil ettiği Ehl-i Sünnet itikat ve idaresine karşı silahlı isyan hareketini başlattı (1740).
1745’de Suûd ailesinin hâkimiyetindeki Dir‘iye’ye gitti. Dir‘iye emîri Muhammed b. Suûd’dan büyük destek aldı. Civardaki bütün kabileleri Osmanlı aleyhine ayaklandırdı.
Suûdîler, İbn Abdülvehhâb’ın vefat ettiği 1792 yılına kadar geçen sürede Riyad, el-Harc ve Kasîm’de hâkimiyet kurdular, Necid’in bedevî kabilelerini itâat altına aldılar. 1795’te de Ahsâ’yı ele geçirdiler.
19. asrın ilk yıllarından itibaren Suûdî-Vehhâbî ittifakı, kuzeyde Irak ve Suriye, güneyde Uman ve batıda Hicaz topraklarına doğru yayılmaya başladı. 1801’de Kerbelâ’ya gerçekleştirilen baskının ardından 1803-1805 yılları arasında Tâif, Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler.
Bunun üzerine Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa emrindeki Osmanlı/Mısır kuvvetleri, 1811’de harekete geçerek, 1813 yılı itibariyle Mekke ve Medine’yi tekrar Osmanlı idaresine kattı.
Türkî b. Abdullah 1824’te Riyad’ı geri alarak Suûd emirliğini yeniden tesis etti ve Vehhâbîler, Riyad’ı tekrar merkez edindi. Ancak Muhammed b. Reşîd’in Suûd ailesine karşı taarruza geçmesi sonucu, Suûdîler, 1891’de Riyad’dan ayrılıp Küveyt’e yerleşti.
1902’de Abdülazîz b. Abdurrahman es-Suûd’un Riyad’ı tekrar ele geçirmesiyle Vehhâbîlik, Necid’de yeniden hakim duruma geçti.
Osmanlı Devleti, bu fiilî durumu kabullendi ve Mayıs 1914’te Necid’e vilâyet statüsü verilerek Abdülazîz b. Abdurrahman, vali tayin edildi. 1. Dünya Savaşı (1914-1918) yıllarında güçlenmeye devam eden Suûdîler, Reşîdîler ve Şerif Hüseyin kuvvetlerine karşı verdikleri mücadelede başarılı olup 1920’lerde bütün Hicaz bölgesine hükmeder hâle geldiler.
İbn Suûd’un özellikle Osmanlı ve Sünnî gruplara karşı başlattığı bu isyan hareketi 1930’lara kadar sürdü ve işgal ettiği topraklar, bugünkü Suûdi Arabistan’ın yüzölçümüne ulaştı.
Vehhâbîlerin çeşitli zaman ve mekânlarda teşebbüs ettikleri isyan hareketlerinin hepsine İngiltere, daima arka çıktı ve destek verdi.
Nihayet 1932’de Muhammedb. Suûd bağımsızlığını ilan ederek, Suûdi Arabistan Krallığı’nın kurulduğunu ilân etti, böylece Vehhâbîlik, bağımsız bir devlet tarafından temsil edilir hâle geldi.
Vehhâbîlik, radikal bir din anlayışını ifade ettiğinden, çok da eleştiriye uğradığından terör örgütlerinde olduğu gibi, halka olumlu imaj verebilmek için isim değişikliğine gidildi ve ismi, Selefiyye/Selefîlik yapıldı. Aslında Selefiyye=Vehhâbîliktir.
Vehhâbîliğin Kökenleri
Vehhâbîlik, Mu’tezile, Şi’a, Havâric gibi mecrasında, bölge insanları arasında oluşan bir fırka/dinî bir görüş değildir. FETÖ’de olduğu gibi dışarıda/Batı’da hazırlanmış, yetiştirdikleri ajanlarına empoze edilmiş ve - Ehl-i Sünnet’e göre - yanlış radikal dinî bir yaklaşımdır.
Vehhâbîlik, Ehl-i Sünnet karşıtı bir projedir. Kökeninde ve eylem planında şunlar bulunmaktadır:
1. Genel çerçeve, Müsteşrikler tarafından çizilmiştir. Çerçevenin içini, İngilizler doldurmuş ve hayata geçirilmesini sağlamışlardır.
2. İbn Teymiyye’nin Dört Mezheb’e karşı görüşlerinden yararlanılmıştır.
3. Yetmiş iki bid’at ve dalâlet fırkasının âyet ve hadislere yanlış mana vermeleri örnek alınmıştır.
İslam Anlayışları ve İlkeleri
Vehhâbîlerin İslam anlayışları ve ilkeleri, Cumhûr-ı İslam’ın Akâid esaslarına tamamen aykırıdır. Cumhûr-ı İslam, Akâidde Mâturidiyye ve Eş’ariyye, Fıkıhta Dört Mezhep – Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî – tarafından temsil edilmektedir. Ehl-i Sünnet’in Akâid esasları, kısaca Fıkh-ı Ekber, Akâd-i Nesefî ve Emâli gibi kitaplarda özetlenerek açıklanmıştır.
Vehhâbîlerin Ehl-i Sünnet’e karşı ileri sürdükleri dinî iddia ve ilkeler ile Ehl-i Sünnet âlimlerinin bunlara verdikleri cevaplar şöyledir:
Yanlış 1: Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Mürîd şeyhine tapınıyor. Şa’rânî’nin kitâbları, bu küfürlerle doludur. Hüseyin’in babasının ve çocuklarının ve Şâfi’î’nin, Ebû Hanîfe’nin ve Abdülkâdir-i Geylânî’nin mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar(Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, s.108).
Peygamberlerden ve sâlih kullardan ölmüş veya uzakda olanlardan herhangi bir sözle yardım istiyenler, müşrik olur (s.98 ve 104).
Allah'tan başka herhangi bir varliktan yardım istemek şirktir (Süleyman Ateş).
Melek, Peygamber veyâ Velî de olsa, ölüye yahut gâib olan diriye seslenen müşrik olur (Şevkânî, Tathîru’l-i’tikâd kitâbı).
Doğrusu 1: Müslümanlar, Müslümanların kabirlerini putlaştırmazlar, orada dua ederler ve niyazda bulunurlar. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâ’dır. Peygamberin, meleğin ve evliya kulun hürmetine diyerek bir şey istemek, asla şirk değildir.
Aklî deliller: Mürşid/Şeyh, bir öğretmendir. Mürid de öğrencidir. Ehl-i Sünnet itikadına göre tarikatta olan bir kişi, şeyhinin verdiği ders ile zikirle kalbini kötülüklerden temizler, nefsini düşman bilir, ibadetlerinde ihlasa ve huzura kavuşur. Burada şeyh, bir vesîle/vasıtadır. Dünyada hayatımızı sürdürebilmek için çeşitli vasıtalar kullanmaktayız. Yeme içme, bir yere gitme gibi. Bir mürid, hiçbir zaman vasıta olan şeyhini put addetmez. Nasıl anne ve babanın diğer insanlardan ayrı bir yeri varsa, şeyhinin de diğer hocalardan ayrı bir yeri vardır. Burada hürmet ve saygı, tapmak değildir.
Her millet, kendi bayrağına saygı gösterir. Burada anne babaya veya bayrağa gösterilen saygı, nasıl kötülenecek ve eleştiriye tâbi tutulacak?
Yangında veya bir kazada “imdat!” diye bağıran, Allah’a şirk mi koşmuş olacak?
Şer’î deliller:1. Ey îmân edenler! (Allah'tan korkup kötülüklerden, ilâhî sınırı aşmaktan) sakının; O'na yakın (Allah’a itâatlı kul) olmak için vesile arayın (Mâide,35). Bu konuda vesile arayan müşrik mi olacak?
2.Ey îman edenler, (tâat, belâ ve sıkıntılara) sabırla ve namazla yardım isteyin (Bakara,153). Burada sabır ve namaz, bir vesiledir. Namazına devam eden ve namazı vesile ederek dua eden, Allah’a ortak mı koşmuş olacak?
3. İyilik ve takvâda yardımlaşın (Mâide,2). İyilik ve takva konusunda bir Müslüman, birinden yardım istediğinde müşrik mi olacak?
4. Kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur (Ra'd, 28). Kalbinin huzuru için ders alıp yüce Allah’ın esmâ-i hüsna’sını çeken, söyleyen, şirk mi işlemiş olacak?
5. Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Medine’de bir Cuma günü hutbe okurken “Ya Sâriye, dağa, dağa, dağa” buyurmuştur.
Hutbeyi dinleyenler, konu dışındaki bu sözün manasını anlayamamışlar ve birbirlerine bakışmışlardır. Hatta hutbeden sonra Hazret-i Ali radıyallahü anh, bu sözü niye sarfettiğini sormuştur.
Söz, şu sebeple söylenmiştir: Müslüman askerler, yüzlerce km. uzaklıkta Irak topraklarında bölükler hâlinde savaşmaktadırlar. Bir bölüğe düşman askeri çevirme yapmak üzeredir. Çevirme/kuşatma olursa, Müslüman askerlerin tamamı imha olacaktır. Bu esnada Sâriye komutasındaki askerler, bir ses duymuşlar: “Ya Sâriye, dağa, dağa, dağa” diye. Bunun üzerine bölük, sırtını dağa vermek suretiyle imha olmaktan kurtulmuştur (İbn Hacer, İsâbe II, s.3. Bu olayla ilgi Prof. Dr. Ahmet Önkal, bir araştırma yapmış ve uzun bir makale yazmıştır. Sonunda bu, “Hazret-i Ömer’in kerametidir” demiştir “Ahmet Önkal: Sâriye Olayı Üzerine Bir Rivayet Araştırması, İstem, Yıl:3, Sayı:6, 2005, s. 9 – 49”).
Vehhâbîler’in “mezardakine veya gâib olan birine seslenmek, şirktir” iddiasına göre Cennetle müjdelenen Hazret-i Ömer, -hâşâ- Müşrik mi oldu?
Yanlış 2: Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden düâ, şefâ’at istemek, ona tapınmak olur (s.406).
Doğrusu 1: Ehl-i Sünnet mezhebi âlimlerine fetvalarına göre kabirdekiler duyarlar, fakat cevap veremezler. Şer’î delilleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere), “ölü”ler demeyin. Bilâkis onlar (Rableri katında) diridirler. Fakat siz (beş duyu organı ile onların hayatlarını) anlayamazsınız (Bakara, 155).
Hazret-i Peygamber’in derecesi, şehidlerden az mıdır ki, ”peygamber ölmüştür, duymaz” deniliyor. Çok yanlış bir itikad!
2. Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma (ümmetin sanmasın). Şüphesiz onlar, Rableri katında diridirler, (cennet nimetlerinden) rızıklanırlar (Âl-i İmrân,169).
3. Şüphesiz sen mevtaya/ölülere duyuramazsın. (Hayatta olan kâfirler, kalplerini küfürle öldürmüşlerdir. Onlar, ölüdürler. Ölüye İslam tebliği yapılmaz, kaldı ki, bu da’vet, onlara fayda da vermez. Çünkü öldükten sonra pişmanlık, tevbe, îman kabul edilmez ve geçersizdir “Mâturîdî, Râzî ve Semerkandî”.) (Kulaklarını İslâm’a tıkayan) summ/sağırlara da - arkalarına dönüp kaçtıkları zaman - (Allah’tan gelen) da’veti (vahyi) işittiremezsin (Neml,80. Ayrıca bk. Rûm, 52-53).
Vehhâbîler, bu âyetlerdeki “mevta”ya “kabirlerdeki ölüler” diye mana vermişlerdir. 15 asırlık İslam tefsir külliyatında hiçbir sünnî âlim, bu lâfza böyle bir mana vermemiştir? Buradaki “mevta” İslam vahyini duymak istemiyen kâfirlerdir. “Summ/sağır” kelimesi, zaten âyeti açık hâle getiriyor. Buradaki “sağır”, kulakları duymayan değil, vahye kulaklarını tıkayandır. Böylece âyetteki “mevta” ve “summ” kelimeleri, mecazî olarak ifade buyrulmuştur.
4. Kıyamet günü üç zümre şefâat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehidler (İbn Mâce, Zühd, 37). Ahiret’te Allah’ın izin verdiği her Mü’min, şefâat yetkisi almış olacaktır.
Bir Mü’minin “Şefâat ya Resûlallah!” demesinde hiçbir mahsur yoktur.
Ahiret’te Mü’minlere şefâat edilecektir. Kâfirlere asla şefâat edilmeyecektir (Kur’an-ı Kerim).
“Kâfirler, cehennemde sonsuz kalmayacaklardır” demek küfürdür.
Evliyanın kerameti, haktır (Akâid-i Nesefî).
5. “Sizler, bunlardan (kabirdeki ölülerden) daha fazla işitir değilsiniz. Fakat onlar, cevap veremezler." (Müslim, Cennet 76; Buhârî, Cenâiz 67).
6. Kul, kabre konulduğu zaman, arkadaşları ile cemâati geri dönerlerken, ölü, onların ayak seslerini işitir (Buhârî, Cenâiz 67).
Kitapları ve Bunlara Reddiyeler
Muhammed b. Abdülvehhâb, Ehl-i Sünnet ulemasına karşı bir çok kitap yazmıştır. Bunlardan bazıları İbn Teymiyye’nin ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin kitaplarının özetlenmesi şeklinde olmuştur.
Kitapları:
1. Muhammed b. Abdülvehhâb (ö.1206/1791), Kitabu’t-Tevhîd.
2. Abdurrahmân b. Hasen (ö.1285/1869) (M. ibn Abdülvehhâb’ın torunudur), Fethu’l-Mecîd. Bu kitap, Kitâbu’t-Tevhîd’in şerhidir.
3. Mebhas̱ü’l-ictihâd ve’l-hılâf. İbn Abdülvehhâb bu eserinde İbn Kayyim el-Cevziyye’nin İʿlâmü’l-muvakkıîn adlı eserindeki ictihad ve hilâf bahislerini özetlemiştir.
4. el-Mesâʾilüʾlletî lahhasahâŞeyḫülislâm Muhammed b. ʿAbdilvehhâb min fetâvâİbn Teymiyye. İbn Abdülvehhâb bu eserinde İbn Teymiyye’nin 135 fetvasını özetlemiştir.
Reddiyeler:
Suûdi Arabistan’da, Hindistan’da, Pakistan’da, Mısır’da, Türkiye ve diğer ülkelerde yüzlerce kiitap yazılarak Muhammed b. ʿAbdilvehhâb’ın kitaplarının yanlış, zararlı ve eylemsel olduğu/terör içerdiği açıklanmıştır. Reddiyelerden bazıları:
1. Ulemâ-i Mekke el- Mükerreme/Müşterek, Seyfü’l-Ebrâr, Basım: 1221/1820 - Mekke el- Mükerreme. Sonra bu eser, Pakistan’da basılmış ve İstanbul’da 1395/1975’de tıpkı basımı yapılmıştır.
2. Ahmed Zeynî Dahlân (ö.1304/1886), Fitnetü’l-Vehhâbiyye.
3. Ahmed Zeynî Dahlân (ö.1304/1886), Fi’r-redd-i alel-vehhâbiyyeti etbâı mezhebi ibni Teymiyye.
4. Ahmed Zeynî Dahlân (ö.1304/1886), Ed-Dürerü’s-seniyye fi’r-reddi ale’l-vehhâbiyye.
5. Ahmed Zeynî Dahlân (ö.1304/1886), Hulâsatü’l-Kelâm.
6. Süleyman b. Abdülvehhâb (M. ibn Abdülvehhâb’ın kardeşidir), Savâiku’l-ilâhiyye fi’r-reddi ale’l-vehhâbiyye. Kitâp, 1306’/1888’da basılmış ve 1395/1975’de İstanbul’da tıpkı basımı yapılmıştır.
Şeyh Süleyman efendi, bu eserinde kardeşi Muhammed b. Abdülvehhâb'ı Hâricîliğe meyletmekle suçlamış (s. 30-33) ve şirkle ilgili bütün görüşlerini reddetmiştir.
7. Mîrlivâ/Tuğamiral Eyyûb Sabri Paşa (ö.1308/1890), Mir’âtü’l-Haremeyn. Basım: 1306/1888, 3. Cilt, s. 99 ve devamı.
8. Türkiye’de Sünnî itikada sahip olan bütün tarikatların Vehhâbîliğe karşı reddiyeleri vardır. Ahmed Mahmud Ünlü hoca, Vehhâbîlerin eylemsel bir yapıya sahip olduklarını ve ülkemiz için güvenlik açısından büyük bir tehdit oluşturduğunu TV’de örnekler vererek açıkladı.
9. Hakikat Kitabevi bünyesinde yer alan , Türkçe, Arapça, İngilizce ve diğer dillerde yazılan ve Vehhâbîliği reddeden kitaplar yayınlamıştır.
Bu kitaplarda ve kitaplar içindeki bölümlerde Seçuklu ve Osmanlının temsil ettiği Ehl-i Sünnet akıdesini ortadan kaldırmak için Vehhâbîliğin, özellikle İngilizler tarafından desteklendiği açıklanmaktadır.
Ülkemizde ve Dünyada Yayılışı
Ülkemizdeki Vehhâbî zihniyetine ve inanışına sahip olanlar, Diyanet’i, İHL’ni, İlahiyat/İslami İlimler Fakültelerini ve bazı Vakıfları, kendileri için uygun yayılma ve faaliyet alanları olarak görmektedirler.
20 sene önce camilerimizde bazı Vehhâbî zihniyetine sahip vaiz ve müftüler, Ka’be ve Medine imamlarını iftiharla taklit eden vaazlar (!) veriyorlardı. Bu son 20 sene içinde, üst yönetim tarafından – şehidlere ölü demeyiniz, onlar diridir – âyeti, sık söylenmeye başlayınca, bu kişilerin sesleri kesildi.
Vehhâbîler, mübarek gün ve gecelerin kutlanmasına, mevlid okunmasına, sakal-ı şerif ve mukaddes emanetlere saygı gösterilmesine karşıdırlar. Bazı Modernist İlahiyatçı ve din görevlilerinin bu konuda Vehhâbîler gibi düşündükleri ve inandıklarına dair kitap, seminer ve videoları mevcuttur.
Vehhâbîler, cami ve mescidlerde kubbe altında Hazret-i Peygamber’in mübarek ismi ile Hulefâ-i Râşidîn’in ism-i şeriflerinin asılmasını putçuluk olarak görmekte ve bu isimlere put gözüyle bakmaktadırlar. Selçuklu ve Osmanlının bütün cami ve mescidlerinde bu mübarek isimler bulunmaktadır. Harem-i Şerif dahil, hiçbir Vehhâbî cami ve mescidinde bu şerefli isimler yoktur ve asılması yasaktır.
İstanbul İlahiyat Fakultesi Camii ile Ankara’da şimdiki DİB Camiinde kubbe altında da bu mübarek isimler yoktur.
Dünyaya gelince, Vehhâbîlerin el atmadıkları bir İslam bölgesi yok gibidir. Avrupa ve Amerika’da mescidlerin çoğu onların elindedir.
Sonuç: Amerika ve Avrupa Müsteşrikleri, Ehl-i Sünnet karşıtı olan bütün İslâmî oluşum ve fırkaları, ılımlı kabul eder - buna Vehhâbîlik, Şia, Işid ve el-Nusra da dahil - kendileri için zararlı görmez, hatta destek de verirler. Onun için İslam Ülkelerindeki Dört Mezhebe, bunların müctehid ve âlimlerine karşı olan bütün Modernist İlahiyatçıları, aynı ideolojiye sahip olan kamu ve vakıf çalışanlarını, hedeflerini gerçekleştiren birer etki ajanı olarak görürler. Hristiyan misyonerlerin çalışmalarının, ideoloji ve yöntemlerinin etkisiz hâle gelmesine sebep, bozulmamış Kitap/Kur’an, sıkı korunmuş Hadis Külliyatı ve bunlara istinad eden Dört Mezhep ictihadlarıdır. Vehhâbîlik, İslam’ın bu sağlam yapısını değiştirmeye yönelik bir taarruz harekâtıdır. Ancak 2 asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, mukaddes Kur’an’ın bir kelmesi değiştirilememiş, şerefli Hadis müdevvenatı yok edilememiş ve Sünnî mezhepler, varlıklarını fakihlerin ictihadlarıyla birlikte sürdürmüşlerdir. Çünkü vahye dayalı İslam’ın ve buna bağlı Müslümanların koruyucusu, yalnız kadir-i mutlak Allahü teâlâ’dır.
Dr. C. Ahmet Akışık
Comments